ÇAĞDAŞLAŞMA KAVRAMI YENİ VE SON

Mağara Toplumundan Örgütlü Topluma;

İnsanlık günümüzde, kendi tarihinin başlangıcından günümüze kadar ve geçmişten geleceğe yönelen, bir zaman diliminde, “Bilim/Teknolojik Toplum” olarak da tanımlanabilecek bir çağda yaşamaktadır. Kuşkusuz bu düzeye tarihsel süreç içerisinde, hiçbir zaman kesintiye uğramadan devam eden “gelişimler” sonucu ulaşmıştır. Yani mağara döneminin ilkel toplumundan, günümüzün uygar/teknolojik toplumuna dek sürekli bir evrim (gelişim) süreci içinde olmuştur. Bu süreç başlangıçtan beri insanlığın daha iyiyi, daha güzeli arayışlarıyla ve bu alandaki başarı ya da başarısızlıklarıyla sürmüştür. Aynı zaman da özünde çatışma ve mücadele barındırmaktadır.  Bu mücadeleler ilkel toplumda öncelikle hayatta kalabilmek için doğaya karşı verilen mücadeledir. Bu mücadeleden günümüz insanı, teknolojik gelişmeler ve bilim sayesinde (erken uyarı sistemleri, daha korunaklı mekanlar, bilgisayarlar, tıp, fen ve mühendislik bilgileri gibi ilerlemelerle) başarılı çıkmıştır. İnsan yaşamını doğrudan tehdit eden doğal olaylar (kanser vakaları, pandemik hastalıklar, sel baskını, çığ ya da heyelan gibi) yaşansa da insanlık, bilim ve akıl sayesinde bu felaketleri daha az zararla atlatmaktadır.

Toplumsal yapılaşmaya bağlı olarak, özellikle insanların yaşamlarını avcılık ve toplayıcılık yaparak sürdürdükleri, ilkel toplum düzeninden, göçebe toplumuna, giderek toprağı işleyen yerleşik toplum düzenine geçtiği görülür. Toprağı işlemek, hayvanları evcilleştirmek ve onların güçlerinden yararlanmak insanın doğa konusundaki bilgilerini arttırdı. Bu süreçle toplumsal yapı içerisinde daha karmaşık iş örgütlenme biçimleri oluştu. Bu, belli kurallara ve o koşullardaki yasalara bağlı olarak ortaya çıkan (Örgütlenmiş Toplumsal İlişkiler; ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal) ilişkilerden oluşmaktadır. Bu ilişkiler bütününde, zaman içerisinde toplumsal çelişkilerin, çatışmaların, toplumsal farklılaşma/değişmeler ve sınıflaşma olgusuyla birlikte, farklı bakış açılarının ortaya çıktığı görülür. Bu farklılaşmalar nedeniyle toplumlar; inançsal bilgiye dayalı “Geleneksel Toplum” ve bilimsel bilgiye dayalı “Çağdaş Toplum” olarak ikiye ayrılır. Her iki grupta da toplumsal ilişkileri ve düzeni sağlayan ve belirgin ayrıcalıklar gösteren kurallar ve sistemler vardır.

 

Kültür ve Türkler;

Kültür her türlü birikimdir ve kuşkusuz toplumsal yapı sistemi içerisinde önemli öğelerden biridir. Kültür; zaman içerisinde insanlığın doğayı denetime almak için yarattığı her şey ve bütün bu çabalar sonucunda beliren anlamlar, değerler ve kurallar bütünü olarak tanımlanır. Maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayrılır. Maddi kültür yaşam için gerekli olan bütün araç ve gereçleri kapsarken, manevi kültür gelenekler, inançlar, ahlak, örf ve adetlerden oluşur. Toplumun sahip olduğu kültür, nesilden nesile çeşitli araç ve ritüellerle aktarılır. Bu araçlara “Kültür Taşıyıcısı” denir.  Konuşulan dil, hikayeler, ninniler, türküler, çocuk oyunları, öne çıkan kişilikler, mimari özellikler, sokaklar, mutfak araç ve gereçleri, yemekler ve tatlılar, elbiseler ve giyinme biçimleri, özel gün ve bayram kutlamaları ile dini inanç ve gereklilikleri vb. gibi.

  1. yüzyılın başlarına gelinceye kadar Anadolu’da yaşayan Türklerin toplumsal yapısı, inanç temelli, “Teokratik Osmanlı Düzeni” ne dayalıydı. Yani toplumsal hiyerarşide önce din, sonra padişah (devlet), daha sonra kamusal kurumlar ve toplumsal örgütler (vakıflar, cemiyetler, tarikatlar, loncalar) ve son olarak insan (kul) vardı. Toplumun günlük yaşam biçimini ise dini kurallar belirliyor, her türden ilişki ve ritüeller dinin emrettiği şekilde uygulanıyordu. Dolayısıyla din- egemen bir kültür vardı. Anadolu’nun binlerce yıllık geçmişi ve pek çok ulusa beşiklik yapması ve buna bağlı olarak oluşan birikimler nedeniyle çok renkli ve zengin bir kültüre sahip olduğu açıktır. Türkiye’nin toplumsal yapısındaki değişimler ve bilgi toplumuna dönüşmeye başlaması Kemalist Devrimlerle gerçekleşti.

Cumhuriyet dönemi Türkiye;

Cumhuriyet dönemi öncesi henüz “Ulus” niteliği kazanamayan Türklerin geleneksel ve teokratik toplumsal yapısı, başta Osmanlı Yönetimi’nin olmak üzere, emperyalist devletlerin de işine yarıyordu. 1700’e kadar dünya devleti olmayı başaran Osmanlı İmparatorluğu zaten Avrupa’nın hedefindeydi. 1699 Karlofça Antlaşması’yla ilk kez toprak kaybıyla başlayan çöküş, Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluğun parçalanmasıyla sonuçlanmıştır (1918 Sevr antlaşması). Sıra Anadolu topraklarının emperyal güçlerce paylaşılmasına ve işgal edilmesine gelmiştir. Doğaldır ki o günlerde insanlar, devletle olan iletişim kopukluğu nedeni ve inanca olan sıkı bağlılık nedeniyle olup bitenin farkında bile değildi. Hala otoriteye olan inanç ve saraya bağlılık öncelikliydi.  Öyle ki emperyalizme karşı verilen Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşlarından biri olan Fuat Paşa, cumhuriyetin ilan edilmesiyle ilgili, Keçiören’de bir evde yapılan toplantıda, padişahlığın kaldırılması ve cumhuriyetin ilan edilmesiyle ilgili düşüncesini soran Mustafa Kemal’e şu yanıtı verir; “Babam ve ben yıllarca padişahın ekmeğini yedik. Kursağımızda onun ekmeği var. Ona nasıl karşı gelirim?” demiş ve padişahı savunmuştur. Oysa padişah canını ve malını kurtarmak ve iş birliği yapmak için işgal kuvvetlerinden yardım bile istemişti. İşgal kuvvetlerinin güdümündeki hükümette aynı düşüncedeydi. Halkın halife – padişahın hayınlığından haberi olmadığı gibi, aynen Fuat Paşa gibi, o makama ve o makamda bulunan kişiye karşı, yüz yılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysaldı. Kötü bir durum varsa bile, kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahın kurtuluşunu düşünmekteydi. 1919’lu yıllara kadar Anadolu’da durum buydu.

Ulusal Kurtuluş Savaşı; Mayıs 1919’ ta başlayıp, askeri başarılarla süren, Türkiye’nin toplumsal yapısında aşama aşama gerçekleştirilen ve sekülerizmin kabulüne kadar (1937) devam eden, çağdaşlaşma yolundaki köklü devrimleri de kapsayan ve aynı zamanda Türkler ’in ulus ve dolayısıyla ulus – devlet olmasını da kapsayan bir süreçtir. Bu süreç aynı zaman da Türk Ulusunun çağa ayak uydurması için, inançsal bilgi yerine akılcı ve deneysel bilgiye geçişi de ifade eder. Atatürk bu anlamda aklı ve bilimi öne çıkaran “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir” sözüyle halka izlemesi gereken yolu göstermiştir.

Toplumsal yapıdaki bu hızlı değişimler (devrimler) kuşkusuz siyasette ve devlet yönetiminde de kendini göstermiştir. Osmanlı Yönetimi’nin yorum yapılamayan ve tartışmasız kabul edilen mutlakıyet süreci 1. Meşrutiyet’e dek (1876) sürdü.  Ancak pek çok kesintiden sonra 1923’te cumhuriyetin ilanıyla ulusal egemenliğin temsil edildiği, halk iradesinin yönetime katıldığı siyasal bir ortam yaratılmıştır. Böylece pozitif bilimler ve akılcılık çağı açıldı. Bu da izlenilmesi gereken yolun “Akıl ve Bilim” olduğu gerçeğidir. Devlet işlerinde ve yönetiminde bundan başka yol yoktur. İnsanların özel yaşamlarındaki gizemsel inanç yolları, herkesin kendi dünya görüş ve düşüncesine göre çok farklı olabilir. Ona ne devlet ne de bir başkası karışamaz (sekülerizm). Bu alan tamamen “vicdan özgürlüğü” alanıdır. Devlet yönetiminde ise tüm sorun, bu iki alanın yani akılcılık yolu ile inanç yolunun kesişmemesi, akıl yolunun nesnellik, inanç yolunun da öznellik doğrultusundan sapmaması, saptırılmamasıdır.

 

Toplumsal Yapı ve ilişkiler;

Toplumsal ilişkileri belirleyen sistemlerde bireyler(aktörler) arasındaki ilişki aynı zamanda toplumsal yapının özelliğini de ortaya koyar. Aktörler arasındaki ilişki eşitlik ilkesine dayanıyorsa yani yataysa burada “Demokratik” sistem vardır. Aksine aktörler arasında hiyerarşi ya da emir -komuta tarzı (dikey) ilişki varsa, burada “Otoriter” sistem vardır. Kısaca, çağdaşlaşma bir bakıma, toplumsal ilişkileri belirleyen sistem içerisinde, eşitlik ilkesine dayalı, yatay ilişkilerin artması ve otoriteye dayalı dikey ilişkilerin azalması olarak ta değerlendirilir. Ancak tümüyle demokratik ya da tümüyle geleneksel toplumsal yapıya sahip uluslar yoktur. Bu birbirinden farklı iki yapı (dışarıdan müdahale edilmediği sürece) bir arada yaşayabilirler. Türkiye’de kentlerde (gecekondu ve gettoların dışında) çekirdek aile (demokratik aile) yapısının yaygın olduğu, kırsal kesim ve köylerimizde ise daha çok geleneksel aile yapısının olduğu görülmektedir. Geleneksel Türk aile sisteminde (ataerkil) aileyi oluşturan aktörler arasındaki ilişkilerin, katı bir şekilde hiyerarşik bir sıraya bağlı olduğu görülür. Ailenin neredeyse tüm bireyleri kalabalık aile yapısına uygun ya da buna göre planlanmış büyük evlerde yaşar. Ailenin mutlak hâkimi büyükbabadır, yoksa büyükannedir, yoksa büyük oğuldur. Her eylemden önce büyüklerden izin alınır, onların yanında sigara içilmez, alkol alınmaz, yanlarında sigara içilmez vb.  Demokratik-çağdaş aileler çekirdek aile özelliği gösterir. İlişkiler saygı çerçevesinde yataydır. Emir-komuta yoktur. Her birey düşüncesini özgürce ifade edebilir. Kararlar ortak alınır. Herhangi bir eylemden önce izin istekleri, kimi koşullar göz önüne alınarak verilebilir.

 

Eğitim;

Toplumsal yaşantımızla ilgili olarak, o süreçte yaşanan tüm devrimler, “çağdaşlaşma” adına büyük değişimlerdi. Devrimlerin halk düzeyinde benimsenmesi için eğitime ve okullaşmaya ayrıca önem veriliyordu. Önce Osmanlı dönemindeki iki farklı (medrese ve okul) eğitim sistemi, 1924’te “Tevhid-i tedrisat” yasasıyla birleştirildi. Eğitim için bu çok önemli bir adımdı. Latin harflerine geçişle birlikte millet mektepleri, köy okulları açılmaya başlandı. Zamanın Milli Eğitim Bakanı H. Ali Yücel tüm klasik eserleri tercüme ettirerek yayınlattı. 1940’ta Anadolu’nun aydınlanmasında (bugün hala etkisini gördüğümüz) önemli katkıları olan “Köy Enstitüleri” açıldı. Kız ve erkek öğrenciler aynı okulda eğitim alarak, köy ilkokulu öğretmeni oldu. Onların bir kısmı da şair ve yazar olarak Türk Edebiyatı’nda, toplumsal değişimin yaşanmasında önemli rol aldı. Eğitimin özü toplumla bütünleşen, akla ve bilime dayanan, sanatsal becerileri olan, okuyan, aydın gençler yetiştirmeye dayalıydı. Çok partili düzene (1946) geçtikten sonra Köy Enstitüleri’nin kapatılması süreci de başlamış oldu ve 1950’ de kapatıldı. İmam Hatip Liseleri açıldı ve sayıları hızla arttı. Türk Eğitim Sistemi ne yazık ki bu süreçten sonra iktidarların elinde yap-boz tahtasına döndü. Eğitim bakanları ve müfredat programları sürekli değişti. Zorunlu eğitim siyasal amaçlarla 4+4+4 olarak uygulanıyor. İmam hatip orta okulları açıldı. Yatılı Kuran kursları açıldı. Ders kitaplarındaki konu başlıkları değiştirildi. Evrim teorisi yerine yaratılış teorisi kondu. Din derslerinin çeşitliliği arttı. Arapça ders kondu. Bugün yine bir müfredat değişikliğiyle karşı karşıyayız. Milli Eğitim uzmanlarının görüşleri alınmadan, tartışılmadan, çok kısa bir süre içinde hazırlanarak, bakanlık oluruyla “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Yeni Müfredat” programının uygulamaya konulduğunu görüyoruz (2024). Aslında Eğitim sistemimizdeki bu değişikliklerin amacının toplumsal yapımızı da değiştirmeye yönelik olduğu açıktır.

1980’de kurulan YÖK, üniversitelerin bilimsel kariyerlerinin önündeki en büyük engel olarak kaldı. Askeri darbeden kalan sistemle üniversiteler özerkliğini kaybetti. Sadece siyasal amaçlarla her ilde bir üniversite açılması ve fiziksel donanım eksikliği ile akademik kariyerden yoksun öğretim elemanları nedenleriyle üniversite eğitiminin kalitesi düşürüldü. Dünya üniversiteler sıralamasında ilk bine giren üniversitemiz kalmadı. Yetmezmiş gibi öğretim üyelerinin özlük hakları, sosyal ve ekonomik durumları, çalışma koşulları, eğitim/öğretim programları gibi sorunlar siyasi ve akademik aktörlerce görmezden gelindi. 1980 darbesinin askeri lideri “Depolitik gençlik yaratacağız.” demişti, bu gerçekleşti. Bugün ne yazık ki deneysel bilgiye inanan, araştırıcı, sorgulayıcı ve ülke gerçeklerini izleyen, düşüncelerini paylaşan örgütlü gençlik yerine, soru sormayan, ezberci, geleceğinden şüphesi olan ama bunun için hiçbir şey yapmayıp, sadece bekleyen bir gençlik yaratıldı.

Göçmenler;

Toplumsal yapımızla ilgili bir diğer, güncel sorun da ülke sınırlarımızın göçmenlere kapatılmaması ve düzensiz göçmenlerle ilgili yanlış politikalardır. Bu da Türk ulusunun toplumsal yapısını  değiştirmekte ve muhafazakâr bir yapıya dönüştürmektedir. Dışarıdan gelenler alışkanlıklarını ve kültürlerini devam ettirdikleri için bu değişim devam etmektedir. Bugün büyük kentlerin tümünde, kimi caddelerde ve mahallelerde Türkçe dışında tabelalar, yazılar olan ve Arapça konuşulan büyük bir göçmen topluluğu oluştu. Sayıları ve kayıt dışı göçmenlerin nüfus artış oranlarının fazlalığı nedeniyle sadece kültürel değişim değil ama ülkenin geleceği konusunda da endişeler oluşturmaktadır.

SONUÇ

Sistem yaklaşımı açısından toplumsal değişim göreceli bir kavramdır. Türkiye örneğinde olduğu gibi değişimden memnun olanlar olduğu gibi memnun olmayanlar da olabilir. Geleneksel toplumdan çağdaş topluma doğru değişim kimileri için olumluyken kimileri için de olumsuzdur ya da tersi. Türkiye, cumhuriyetle birlikte çok karmaşık siyasal ve ekonomik değişimlerden geçerek bugünlere geldi. Ancak askeri darbeler demokrasi kültürümüzün oluşumuna engel oldu. Sorumlu olarak aydınlar ve ilericiler ilan edildi. Yine Batılılaşma çabaları da (ki başlangıcı 18.Yüzyıla, Tanzimat dönemine kadar gider) her zaman tartışma konusu olmuştur. Gelenekçi ve kimi aydın aktörler “Batılılaşmayı” çoğu zaman yanlış anladı ve bunu bir öykünme olarak algıladı. Oysa “Batılılaşma” sözcük olarak akıl ve bilime dayalı, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel anlamda çağdaş olmayı, özgürlükçü ve demokrat olmayı ifade etmektedir. Türkiye’nin 21. Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren, iktidar aracılığıyla yönünü Siyasal İslam’a çevirdiği ve giderek batılı normlardan uzaklaşarak gelenekçi/muhafazakar bir toplumsal yapıya dönüştüğü görülmektedir.

 

Prof. Dr. Arif Ziya TUNÇ

29 Ekim 2024

Karşıyaka

 

-/-

 

Kaynakça;

  1. ARMAĞAN İbrahim, Toplumsal Yapı Bilim ve Sanat, İzmir, E.Ü. Yay., No:5, 1982
  2. GÜVENÇ Bozkurt, İnsan ve Kültür, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1994
  3. HANÇERLİOĞLU Orhan, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1978
  4. KİLİ Suna, Atatürk Devrimi, ANKARA, T. İş Bankası Yay., 1995
  5. KONGAR Emre, Toplumsal Değişme, Ankara, Bilgi Yay., 1972
  6. KONGAR Emre, Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1981
  7. OKTAY Ahmet, Türkiye’de Popüler Kültür, İstanbul, Yapı Kredi Yay., 1993
  8. KANSU Ceyhun Atıf, Söylevi Okurken, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1996
  9. TANİLLİ Server, Din ve Politika, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, Kurtiş Matbaacılık, 2008