Türkiye çok güzel ülke. Coğrafyası, iklimi, tarihi, arkeolojik değerleri ve sıcak kanlı insanlarıyla birlikte dünyanın en güzel ülkesi. Ama kaçımız bunun farkına varıyor? İş-aş ve bürokrasi peşinde koşmaktan çevremizi görecek halimiz mi kalıyor? Güzel bir yaşam için sadece doğanın sunduğu güzellikler yeterli mi? Bence yetmiyor. Yanı sıra yaşantımızı düzenleyen ve kolaylaştıran sistemler de olmalı. Siyaset, tarım, ulaşım, sağlık, adalet, eğitim vb. gibi. Bu sistemlerin tümüde, insan öncelikli olmalı. Ama öyle olmuyor. Örneğin kamu kurumlarında sıklıkla karşılaştığımız, bizi hayatımızdan bezdiren muameleler. Hastaneler, vergi daireleri, tapu daireleri, trafik işlemleri. Buralara işimiz düşmeye görsün. Bir onay ya da küçük bir belge için günlerce kapı kapı dolaşırız da yine bitiremeyiz işlemlerimizi. Böyle olunca da canımızdan bezmez miyiz? Kurum içinde çeşitli kalemler için yaptığımız ve nedenini soramadığımız küçük ya da büyük ödemeler, boşalan ceplerimiz. Sıkılan canımız. Neyse çağdaşlığın göstergesi olan pek çok değer ve uygulamalar hala uzak bizlere. Sonuçta da zaman, emek, iş, görev giderek bir anlam taşımamaya başlıyor. Oysa, örneğin “Zaman”…
Günümüzde zamanın ne denli önemli bir değer olduğunu bilmeyen var mıdır? Kuşkusuz çoğumuz için “Zaman” önemli bir değer.
Yıllardan beri zevkle kullandığım bir motosikletim var. Vize zamanı geldi ve işlemlere başladım. Bilmezsiniz belki. Motosikletlerin araç muayenelerinin (vize işlemlerinin) her sene yapılması gerekiyor. (Otomobiller de ise iki yılda bir) Normal. Çünkü motosikletler iki tekerlekli ve kolay yıpranıyor. Ama vize işlemlerinin maliyeti en pahalı otomobil fiyatlarıyla aynı. Bu haksızlık. Motosiklet vize işlemleri, devletin zarar etmeyeceği! en az seviyeye indirilemez mi? Böylece ülkedeki çoğu motosikletin kayda girmesi ve vergiye bağlanması sağlanmaz mı? Gidemedik ama işitip, TV. ekranlarında görüyoruz. Bir ulaşım seçeneği ve yaşam biçimi olarak pek çok Avrupa ülkesinde motosiklet ve bisiklet kullanımı (İtalya’ da olduğu gibi) özellikle teşvik ediliyor. Yanı sıra motosiklet kullanımının daha pek çok kazanımları var.
Neyse, gelelim vize işlemlerine. Ben de vizeye gitmeden önce motorun genel bir bakımını yaptırmak, yıkamak, gerekli yerleri yağlamak, alışkanlık haline gelmişti. Yine öyle yaptım. Motorumu bakıma verdim. Yağı ve bujisi değişti. Yakıt gösterge ibresi tamir oldu… Lastik havaları ayarlandı…. Ertesi gün vize işlemlerime başladım. Önce vergi dairesine uğrayıp “Borcu Yoktur” kâğıdı almam gerekiyor. Öyle yaptım ve “Buca Taşıtlar Vergi Dairesi” ne gittim.
Birinci gün…
Memurun karsısında, güler yüzlü bir şekilde “Borcu Yoktur” kağıdını vermesini bekliyorum. Ama öyle olmadı. “Beyefendi, borcunuz var!” deyince inanamadım. Ama bayan çok ciddiydi ve şaka yapar gibi de görünmüyordu. İlk kez başıma geliyor. Borçluyum!. Nasıl olur? diye soruyorum kendime… Bir seneden beri motosikletlerden de yıllık vergi alınmaya başladığını öğreniyorum. Gerçekten de çok silik de olsa böyle bir şeyi daha önce duyduğumu hatırlıyorum. İyi vatandaşım ya; “Helal olsun!” deyip borcumu, faiziyle birlikte vezneye yatırıyorum ve kağıdımı alıyorum. Çok huzurluyum.
Aynı gün, Narlıdere Araç Muayene İstasyonu’na (20 km. uzakta, Şehitlik’te) ulaşıyorum. İlk önce “Harç Makbuzu” nu alıyorum. Bu bölümü unutmamışım, aklımda. Muayeneyi yapan arkadaşa rica ediyorum beni çok yormuyor. Bir “Harç Makbuzu Fotokopisi” sözü duyar gibi oluyorum ama. Ruhsatımı uzatıyorum. Bakıyor. “Bu dolmuş, “Taşıt Tescil Formu” doldurmanız gerekiyor. Şurada lambaların orda takipçi var, o yapar” deyip bana yol gösteriyor. Çaresiz motorumu orda bırakıp, tarif edilen yerdeki takipçiye gidiyorum. İşim hemen orada bitecek zannediyorum. Ücretini ödeyip belgeyle dönüyorum. İşlemi sonlandırmak için imza ve tasdik bölümüne geçiyorum. Önümde uzun bir kuyruk var. Oysa saat daha yeni dokuz olmuş. Bölme camına bantla tutturulmuş bir kağıttaki yazıyı son anda görüyorum. “Harç Makbuzu üzerine adınızı ve telefon numaranızı yazınız”. Şaşırıyorum. Çünkü zaten makbuzun üzerinde adım, soyadım ve açık adresim var. Komik buluyorum. Yine de alınıp götürülmesin diye ipe bağlanmış tükenmez kalemle (iyi ki var) istenileni yazıyorum. Artık yavaş yavaş bozulmaya başladığımı düşünürken, yine cama yapışık başka bir kâğıttaki yazı ilişiyor gözüme… “Lütfen sinirlenmeyiniz. Sakin olunuz”. Tam isabet!.. “Taşıt Tescil Formu” üzerinde işlemim tamamlanıyor. Ancak bir uyarı; “Bunu derhal Trafik Bürosu’na verip, yeni ruhsat belgesini alın!”… Tamam kolay… Nereden alacağım? Buca’dan…
İkinci gün…
Buca’da Trafik Bürosu’ndayım. Bankonun gerisindeki memura evraklarımı uzatıyorum. Ama öğleden sonra olduğu için alamayacağını ertesi sabah gelmem gerektiğini söylüyor. Ancak evraklar kalabalık görünmediği için olsa gerek, incelemeye bile gerek görmeden eksiklerim olduğunu hemen anlayıveriyor. Araç muayenesinden geldiğimi söylüyorum. Bu açıklamam üzerine parmağıyla yan odayı gösterip oradan boş bir ruhsat alıp, dışarıda bir takipçiye doldurtmam gerektiğini nazikçe ekliyor. O boş ruhsatı 27 YTL ödeyerek alıyorum. İşin uzaması sinirlerimi bozmaya başlıyor. Hele küçücük bir kağıt için o kadar para vermek bayağı canımı sıkıyor. Motoruma atlıyorum ve bizim Ali’ ye gidiyorum. Ali arkadaşım. Trafik-İş takipçisi… Beni bir tek o anlıyor. Gülümsüyor. Elimden dosyayı alıyor. İyi ki varsın Ali’ cim. İyi ki ben ofisinde, ada çayımı yudumlarken sen sessizce eksiklerimi tamamlıyorsun. Gün bitiyor. İster istemez işim ertesi güne kalıyor.
Üçüncü gün.
Erkenden trafik bürosuna gidiyorum. Bir gün önceki memura evraklarımı uzatıyorum. Ama hala bürokrasiyi öğrenememişim… Bu kez beni bilgisayara yönlendiriyor…Yandaki sıraya geçip dosyamı memura uzatıyorum…Bekliyorum… Bekliyorum… Benden sonra gelen bayan bir şekilde işlemini benden önce tamamlıyor. Merakla masaya doğru uzanıyorum. Memur buna çok bozuluyor. Tabii uyarı gecikmiyor. “Beyler kalabalık oldu. Dışarıda bekleyin!…” Oysa az önce bayanın dosyasını öne alıp, hazırlarken, çok da neşeli görünüyordu. Dışarı çıkıyorum. Sabırla bekliyorum… Sıra bana geliyor. Bilgisayarda işlemler tamamlanıyor. Memurun ne yaptığını, nelere baktığını anlayamıyorum ama dosyamı kaptığım gibi ilk memura koşuyorum. Nihayet dosyam incelemeye değer görülüyor… Ama o da ne? Yine eksiğim var…. Nüfus cüzdanımın fotokopisi gerekiyormuş. Gerçeği yanımda değil ki fotokopisi olsun. Memura hiçbir şey söyleyemiyorum. (Artık iyi anlaşıyoruz!…) Hemen eve gidiyorum, nüfus cüzdanımı alıp, sokağımızdaki fotokopicide çoğalttırıyorum …
Yine memurun karşısındayım. Büyük bir dikkatle dosyamı inceliyor (daha doğrusu bana göre eksik bulmaya çalışıyor). Kendimden eminim. “Artık hiçbir eksik bulamaz!” diyorum. Ama o, sanki beni işitmişçesine, dosyamı daha bir dikkatle inceliyor… ve birden gözleri parlıyor. Eyvah yine mi eksik belge var!.. Ve evet; keskin gözleri ve dikkati sonuç veriyor. Eksik belge var!.. Çok sevinçli (ya da artık bana öyle geliyor!) Söylerken ne denli mutlu olduğunu görmeliydiniz. Yani bana öyle geliyor. Sigorta poliçesinin bir fotokopisini koymamışım… Tamam onu da koyarız… Artık sinirlerim tepemde… Memurla aramda psikolojik bir savaş var. Kendimi atölyemde içeceğim bir fincan kahvenin kokusunu düşleyerek sakinleştirmeye çalışıyorum. O eksik belgeyi de kaymakamlığın çıkışındaki büfede çoğaltıp geliyorum. Dosyamın incelenme aşaması kalınan yerden devam ediyor. Tam da farkında olmadan, “Bir eksik daha bulsun!” diye yüksek sesle konuşmaya başlamışken; “Tamam, akşama gelip yeni ruhsatınızı alın!” diyor. Kulaklarıma inanamıyorum. Diplomasını almış, elinde sallayarak evine koşan, liseli bir genç kadar sevinçliyim. Küçücük bir kağıt parçasını değiştirmek tam üç günümü almıştı…
Akşam ruhsatıma kavuşacak olmanın verdiği sevinçle ve huzur içinde evime dönüyorum.
20 Nisan 2005