HEIDEGGER ve VAROLAN OLARAK FOTOĞRAFTA DEĞER KAVRAMI
“Fotoğraf makinesinin belgelemek ya da sosyal ritüelleri göstermek amacıyla kullanıldığı durumlar dışında, insanları fotoğraf çekmeye yönlendiren dürtü, güzel bir şey yakalama isteğidir.”
Susan SONTAG
Kavramlar, gerçek anlamlarından farklı kullanılıp, bilerek ya da bilmeyerek açıklamaya çalışılırsa, anlaşılmakta zorluk yaşanacağı açıktır. Bu nedenle “fotoğraf” ve “Fotoğraf Sanatı” sözcüğünün taşıdığı anlamı ve farkı vurgulamak için, öncelikle sözünü ettiğimiz kavramın “sanat” olduğunu belirtmeliyiz. “Nesneleri sanat sayan, sanat zanneden bir topluluk, ya da salt nesne arzı nedeni ile sanatsal beğenisi bir standarda erişememiş bir topluluk için evrensel sanat söz konusu olamayacağı gibi, o topluluk için de evrensel bir değer söz konusu olamaz.” [4] (S. M. Erinç, s.25) Erinç’in bu saptaması, fotoğraf sanatının da bulunduğu yerin değerlendirilmesi bakımından önemli. Belirtmeye çalıştığımız nitelikleri taşıyan fotoğraflara bu gözle bakmak, bu yapıtlara yüklediğimiz ve olmasını beklediğimiz değerlerle ilgilidir. Bu, fotoğrafı yorumlamak, eleştirmek ve neticede değerlendirmek için gereklidir. Bir sanat yapıtı ve buna bağlı olarak fotoğraf da, sanatçının sahip olduğu niteliklerle de ilgilidir. Bu nedenle Gombrich, sanat yok sanatçılar var demektedir. Daha 18. yy. da hem sanatta hem de sanat yapıtlarının değerlendirilmesinde kullanılan estetik bir değer olarak Kant tarafından önerilen “çıkarsızlık” günümüzün sanat kriterlerinden biri olarak varlığını sürdürüyor. Ama ilginç olan, bu estetik değer taşımayan ve sanat yapıtı olarak topluma sunulan bazı nesneleri sanat yapıtı ve onları üretenleri de sanatçı saymaları, sanatsal değerlerdeki aşınmanın tipik göstergesi sayılması gerekir. Bugün fotoğrafta da en önemli sorun budur.
Fotoğrafın, başlangıçta doğayı en gerçekçi bir şekilde yansıtması bakımından, resim sanatına doğrudan alternatif olacağı düşüncesi, uzun süre sanat ortamını meşgul etti. Fotoğraf aynı zamanda 20. Yüzyıl’ da görülen sanat akım ve hareketlerinin doğma nedenlerinden de biri oldu. Ancak bir sanat formu olarak kendini kabul ettirmesi ise uzun bir süre, tartışma konusu oldu. Bunun uzun yıllar sadece mesaj ileten bir araç olarak görülmesi, belge ve anı amaçlı kullanılması ve bunları yaparken de estetik değerlerin göz ardı edilmesi gibi nedenleri vardır. Ancak sevindirici olan, fotoğrafın zaman içerisinde, resim sanatının farklı üslup ve anlayışlarla sürdürdüğü süreci yaşaması ve sanatçıların özellikle yaratıcılıklarına bağlı olarak farklı üslup arayışları ve tekniği zorlaması ile sanatsal bir ifade aracı olarak hak ettiği yere geldiğini görmektir. Sontag’ında belirttiği gibi, fotoğraf çeken çoğu insan genel kabul görmüş ‘güzel’ anlayışını sadece sürdürmekle yetinirken, iddialı sanatçılar genellikle çalışmalarıyla bu tür anlayışa meydan okudukları kanısındadırlar. (116 s. SONTAG.) Bunun yanı sıra, fotoğraf en demokratik bir sanattır. Toplumsal yaşama bağlı olarak, günlük yaşamda en çok gereksinim duyulan ve çeşitli vasıtalarla kolayca paylaşılan bir disiplindir. Bu yönüyle diğer tüm sanat dallarına kıyasla toplumla en hızlı kaynaşan, iç içe olan bir sanat dalıdır. Araştırmacılar dünyada 4.5 milyar fotoğraf makinesi olduğunu belirtmektedir ve bu sayı kuşkusuz her gün artmaktadır. Fotoğrafın günümüzde bu denli yaygınlaşmasında dijital ortamın ve olanakların payı büyüktür.
Temel bir kavram olarak, fotoğrafa ontik açıdan bakabilmek için,- Alman düşünür Martin Heidegger (1889-1976) ) üzerinde durmak gerekir. “Ontik”, Heidegger’ in varlık ve varolanları inceleyen yaklaşımları ayırt etmek için kullandığı bir kavramdır ve varolan anlamına gelir. Heidegger’ e göre ontoloji, varlık olarak varlığı incelerken kendilerini ontoloji olarak dahi sunsa bile diğer felsefi yaklaşımlar ontiktir yani varlığı değil varolanları incelemektedir. Heidegger soru sorma olanağına sahip olan ve doğrudan “bizler” olan bu var olana Dasein (insanın kendisi) demektedir (Heidegger, 2008:7). Dasein kendi varlığını sorun ederek, kendisini kendi varoluşundan hareketle anlayabilen, kendi varlığı içinde ve sayesinde tanımlayan bir var olandır. Bu anlamda Dasein ontik bir özelliğe sahiptir ve bu durum onun ontolojik olma özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Heidegger’e göre tarih, zaman içinde dönüşen varolanlar bütününü işaret eder. Varolanların bütünüyle kastedilen insanlar, insan toplulukları ve onların kültürleridir.
Ve eski eserlerin tarihsel olmaları üzerinden yaptığı açıklamayla da bunu göstermiştir. Buna göre eski eserlerin tarihsel olmaları onların Dasein’ın geçmişle olan ilişkisinden kaynaklanmaktadır. O eski eserler sonuç olarak, Dasein’ın dünyasına ait olmuşlardır. Buradan Dasein’ın sadece geçmişle ilişkisinde tarihsel olabileceği sonucunu çıkarmamalıyız, çünkü Dasein varoluşundan dolayı asla ‘geçmiş’ olamaz. “Dasein’ın gelip-geçici olmayışı yüzünden değil, ama onun özü gereği asla mevcut olan olmaması, daha ziyade sürekli varolması yüzünden bu böyledir.
İnsan, varoluşun ortasına öylece, orada bir varlık olarak (Dasein) atılmıştır. Bu bir tercih ya da seçimin sonucu değildir. Ve insan, bu bırakılmışlık içinde tercihler ve seçimleriyle kendi yaşamını ileriye doğru kurar. Burada zorunlu bir özgürlük deneyimi söz konusudur. İnsan kendi varlığını gerçekleştirmek üzere sürekli seçimler ve tercihler yapmak durumundadır, yani özgürlüğünü ölümüne kadar gerçekleştirmek zorundadır.
Heidegger için, fenomenoloji kopmaz bir biçimde “tarihsel” yorum ile bağlantılıdır. Betimlenmesi ve analiz edilmesi gereken bir başlangıç noktası olarak varoluş özsel olarak tarihsel bir karakterdedir ve zamansallık zemininde temellenmiştir. Her fotoğraf karesi çekildiği andan hemen sonra tarihsel bir belgeye dönüşür. Çünkü aynı zaman diliminde ikinci karenin çekilme şansı yoktur. Bu anlamda da tarihsellik ve zamansallık onun içsel olarak varolmasının temelini oluşturur.
Her sanat yapıtı reel ve irreel bir yapıya sahiptir. Reel yapı o yapıtın varlığını ortaya koyan fiziksel varlığı/maddesel yapısıdır. İrreel değer ise o yapıtın sahip olduğu içerik ve estetik yapılanmasıdır ve göreceli bir kavramdır. Göreceli olması nedeniyle de bir sanat yapıtı en çok bu yönüyle eleştirilir. Bu, kuşkusuz fotoğraf sanatı için de geçerlidir.
Fotoğrafın resim sanatıyla olan benzerliği bir hayli fazladır. Bütünüyle farklı yöntemlerle gerçekleştirilseler de, reel yapı bakımından ikisi de bir birinin aynısıdır. Reel yapıyı oluşturan iki boyutlu yüzey üzerindeki imgeler, renkler ve yüzeyler resim sanatında boya ve fırça yardımıyla gerçekleştirilirken fotoğrafta ise kendine özgü teknik ve uygulamalarla gerçekleştirilir. Ontik açıdan ise her iki sanat dalında da irreel yapıyı oluşturan içerik ve zamansallık izleyicide benzer duyguları ve algıları oluşturur. Fotoğraftaki varolanlar fotoğrafın üzerine basıldığı malzemenin dışında (ki çoğunlukla kağıt), yüzeydeki görüntüler aracılığıyla vardır. Karşımızda gerçek nesne-varolan yoktur. Sadece onların fotoğrafik yöntemlerle bir yüzeye aktarılmış betimleri vardır. Ancak izleyici bu görüntülerle, gerçeklerini-varolanlarını eşleştirir. O anlamda iki boyutlu görüntü, izleyicide gerçek bir varolan algısı uyandırır.
Değer kavramı, sanatla ilgili bir kavramdır. Felsefe biliminin alanına girer. Afşar Timuçin, sanatta değeri doğrudan doğruya sanatın, insani anlamlarıyla, bu anlamlar çerçevesinde oluştuğunu belirtir. Değer kavramı duygusal bir yargıdır. Nesnel değil özneldir. Kişiseldir ve kişinin hayal gücüne ve kültürüne göre oluşur. Bundan dolayı da kişilere ve toplumlara göre değişen, göreceli bir kavramdır. Toplumsal yapıya bağlı olarak farklı özelliklere sahip toplumlarda (geleneksel veya çağdaş, batılı veya doğulu) değer yargıları da birbirinden farklıdır. Örneğin insani ilişkilerle ilgili kimi davranışlar bazı toplumlarda yadırganırken, bazı toplumlarda normal karşılanır. Bu sanatta da böyledir. İlk anda bu değerler kişiden kişiye değişebilir görünse de bazı ilkeler ve estetik değerler nedeniyle ortak yanlar vardır. Fotoğraf sanatıyla ilgili olarak da fotoğrafı okumak, anlamlandırmak ve değerlendirmek için bu alanda bir takım birikime sahip olunması gerekir.
Her kategorideki fotoğrafın (sanat, spor, basın, savaş, belgesel, portre, tanıtım (reklam), moda, mimari vb.) kendine özgü teknik, içerik ve kompozisyon anlayışı vardır. Ancak hangi alanda olursa olsun fotoğraf sanatçısından fotoğrafını oluştururken daha ilk andan itibaren alana özgü kaygıları taşıması beklenir. Yine kritik an ya da tercihli ayarlar fotoğrafın alanına bağlı olarak önem kazanabilir. Fotoğraf değerlendirilirken de öncelikle hangi alanla ilgili olduğunun göz önüne alınması ve o alanın gerektirdiği özelliklerin ve ölçütlerin bilinmesi gerekir. Gezi fotoğrafı ile Moda fotoğrafı ya da basın fotoğrafıyla, belgesel fotoğraf aynı ölçütlerle değerlendirilmez.
- BERGER’in de dediği gibi, bir fotoğrafçının en önemli ve ilk tercihi, herhangi bir insanın sürekli ve daha rastlantısal tercihlerinden farklıdır. Yaratma dürtüsü fotoğraf sanatçısının kompozisyonlarında kendini belli eder. Bunlar da odak, tonalite, derinlik, çerçeveleme, doku, renk, ölçek ve ışık oyunuyla ilgilidir. Bir fotoğraf görünümlerden alıntı yapar, fakat bu alıntıyı yaparken de onları basitleştirir. (J. BERGER s. 111)
Sonuç olarak; Değer; insanın ve insanlığın nesneleri, olayları, olguları (kendince taşıdığı öneme göre) yerini belirlemeye çalışan soyut bir kavramdır. Sadece güncelin değil, binlerce yıllık tarihin ve kültürünün de iyi-kötü, güzel-çirkin, yararlı-zararlı gibi karşıt nitelemelerle kazandığı anlamın bilinmesi ve bunlardan birinin olmadan diğerinin olamayacağının kavranmasıdır. Fotoğrafta değer, tüm karşıt kavramların, insanın algıladığı, fotoğrafa yüklediği sanatçı ile izleyicinin uyumlu birlikteliği ile gerçekleşir. Bu noktada da reel ve irreel yapı ile estetik kaygı öne çıkmaktadır. Estetik kaygı taşıyan sanatçı ideale ulaşma çabasıyla, fotoğrafını değerli kılacak unsurların sadece kuru birer kural olmadığını, aynı zaman da coşkunun ve hazzın da gerekliliğini bilinçaltında hisseder. Çünkü bu ona doğa tarafından verilmiş bir ayrıcalıktır.